2017 sezonu
başladığında kadın tenisinde birkaç isim sezonun favorisi
gösteriliyordu, diğer bazı isimlerden ise çıkış yapmaları
bekleniliyordu. Bir de soru işareti olarak gösterilen birkaç isim
vardı. İşte bu son kategorinin başında gelen isimlerden ikisi
Madison Keys ve Sloane Stephens idi. İki tenisçi ocak ayında
sezona başlayamamışlardı bile. Keys geçen seneden kalma sol
bilek ameliyatından sonra henüz kortlara dönememişti. Stephens
ise ayağındaki bir kırık (fraktür) yüzünden ameliyat olmuştu.
Üstüne üstlük ağustos ayından beri kortlardan uzak kalmış
olduğu gibi, ayağının alçıda kalma zorunluluğundan dolayı
yaklaşık bir altı ay daha, yani toplam neredeyse bir sene maç
oynamayacaktı.
Madison mart ayında
Indian Wells’te ancak kortlara dönebildi. Sloane’in durumu daha
vahimdi. Nisan ayında Charleston turnuvasında bizzat gördüğümde,
sol bacağı hayatımda rastladığım en rahatsız gözüken
alçılardan birinin içindeydi. Dizden geriye doğru doksan derece
bükük duruyordu bacağı ve dizinden aşağı inen bir demirden
yapılmış değneği ayak gibi kullanıp diziyle ona basarak
yürüyebiliyordu. Dönmesi Wimbledon turnuvasını bulacaktı ve
sıralamada ilk 900’un dışına çıkacaktı. Evet yanlış
okumadınız. Cumartesi günü Amerika Açık kadınlar finaline
çıkacak olan Stephens beş hafta evvel WTA sıralamasında 934
numaraydı!
Evet, 37 yaşındaki
Venus Williams’ın biyolojik kurallara adeta meydan okuyan
performansı, yarı finallere dört Amerikalı kadının kalışı,
ilk turda Maria Sharapova – Simona Halep düellosu, hakikaten güzel
hikayeler. Ama hiçbiri Stephens – Keys finalinin hikayesinin önüne
geçemez. İki genç Amerikalı hem büyük engellerden aşarak
buraya geldiler, hem WTA’ye yeni enerji aşısı yaptılar, hem de
kendilerini elit tenisçiler arasına yazdırmak için devasal birer
adım attılar. Alkışlanmayı sonuna kadar hak ettiler.
İkisi de aslında
yaz aylarında böyle bir sürpriz gerçekleştirebileceklerinin
sinyallerini beklenmedik şekilde vermeye başlamışlardı. Keys bir
ay evvel WTA Stanford turnuvasında adeta şahlanmış, yarı finalde
Garbine Muguruza’yı, finalde de bugün yarı finalde yendiği CoCo
Vandeweghe’yi yine set vermeden geçip kupayı kaldırmıştı.
Stephens ise Wimbledon ve Washington’da ilk iki maçını kaybetmiş
ama birden performansını yukarıya çekerek, hem Toronto hem
Cincinnati’de yarı finale çıkmayı başarmıştı. Bu sayede üç hafta içinde sıralaması roket gibi fırlayıp onu tekrar ilk
100’ün içine (no.83) yerleştirmişti.
Yine de turnuva
başladığında kime sorarsanız sorun, finale çıkan iki ismin
Stephens ve Keys olacaklarını düşünmezlerdi. Hatta asıl
konuşulan konu Amerika Açık sonunda kimin bir numara olacağı
idi. Sekiz aday gösteriliyordu ve bunun üzerine her gün
oyuncuların turları geçip geçememesine göre hesaplar
yapılıyordu. Diğer yandan, Keys ve Stephens ise tıkır tıkır
maçlarını kazanmaya devam ediyorlardı. Ne zamanki bir numaranın
kim olacağı heyecanı çeyrek finaller ile sona erdi, o zaman tüm
dikkatler kalan maçlara çevrildi. Dördüncü turda Keys’in
Svitolina’yı son set 2-4’ten gelip 6-4 yenmesi ile birlikte (ama
ne son dört oyun oldu) artık dikkatleri kendine çekmişti. Çeyrek
finalde ise turnuvanın diğer sürpriz ismi Kaia Kanepi’yi iki
sette yenip yarı finale çıktı. Stephens ise Sharapova’yı alt
eden Anastasija Sevastova’yı, son sette heyecanın doruğa
çıktığı maçta 6-3, 3-6, 7-6 saf dışı etmesini bildi ve Venus
ile Arthur Ashe’de bir “vitrin” maçına çıkmaya hak kazandı.
Keys yarı finalde
rakibi Vandeweghe’yi adeta sahadan sildi. Evvelki maçlarındaki
performansını en az bir gömlek daha yükselten Keys, hedefi bulan
mermi gibi servisleri ve return’leri ile, genelde rakiplerini güçlü
vuruşları ile bunaltarak çökerten Vanderweghe’yi, daha puan
başından alışık olmadığı defans pozisyonunda oynamaya mahkum
etti. Birçok sporda bazen bu lafı duyarız: “En iyi savunma
saldırıdır.” Savunmanın “S” harfini bile Keys ile
Vandeweghe’yin oyun stillerinde bulamazsınız. İkisi de güçlü
vuruşlar ile rakibe baskı kurarak, kortun içine girerek, kuvvetli
vuruşları ile rakiplerini ezerler.
Ama her zaman derim, A planı
aynı taktik üzerine kurulmuş, yani benzeri güçlere sahip iki
oyuncu karşılaştıkları zaman, eğer biri diğerinden detayların
çoğunda bir milim daha bile hünerli olsa. çok tek taraflı
skorlar ortaya çıkabiliyor. Çünkü B planına geçiş yapmaya
çalışan oyuncu hem kendisinin alışık olmadığı taktik ile
oynamakla kalmayıp, karşı tarafın kuvvetli oyununun planı içinde
kalarak maçı çevirmek zorunda kalırlar. Sonuçta kazanma
ihtimalleri mucizelere kalmış olur. Zaten çok boyutlu oyunu
olmayanların en büyük handikaplarından biri de bu değil midir?
İşte buyrun size skorun 6-1, 6-2 olmasının en büyük nedeni.
Vandeweghe o kadar
alışmadığı bir pozisyonda bulduki kendini rallilerde, ne
yapacağını bilemez haldeydi. Zaten dikkat ettiyseniz, genelde
devamlı kazandığı puanlardan sonra bağıran, tribünlere ile
coşan, çabuk yürüyen ve enerji saçan CoCo sanki yok olmuş,
yerine elinde pusula olmadan Sahra Çölü’nde kaybolmuş ve etrafına
bakıp kumdan başka bir şey göremeyen bir insanın ümitsizliğini
andıran, sus pus bir Coco gelmişti. Keys ise coştukça coştu ve
6-1, 5-1’e kadar uzay tenisi oynadı (ki tanıyanlar bilir, bu
terimi kolay kolay kullanmam, o kadar şahaneydi Madison’ın
oyunu). Bir oyun iki hata yaptıktan sonra, bir sonraki oyunda ace
atarak maçı bitirdi.
Arthur Ashe
seyircisi o kadar şikayetçi değildi bu maçın çabuk bitmesinden,
zira bir evvelki maç onları heyecena ve tenise zaten doyurmuştu.
Hatta şöyle diyelim: Sloane – Venus maçının son seti, zaten
başlı başına bir tenis ziyafetiydi.
İlk seti 6-1 alan
Stephens, ikinci setin ilk oyununda 40-15 öne geçti ama o oyunu
oradan verince bir anda maç döndü. Çok eskiden bir antrenörüm
vardı hep “ilk seti 6-0 veya 6-1 kazanmışsan, hele aşağı
yukarı eşit kuvvette olduğun bir rakibe karşı, ikinci setin ilk üç oyununa dikkat et, onlara göre ya rutin kazanırsın ya da kabusa
dönüşür maç” derdi. İşte o ilk oyunun rolü bu oldu. Birden
rahat kazandığı maç, Stephens için kabusa dönüştü ve ikinci
seti Venus aynı rahatlıkla 6-0 kazandı. Aynı hataya bu sefer
Venus düştü. İlk oyunda servisini kazanarak tekrar maça dönen
Stephens’a karşı ikinci oyunda 15-40 öne geçen Venus iki tane
“neredeyse maç puanı” diyebileceğimiz şanstan faydalanamadı
ve durum 1-1 eşitlendi. Bu oyun, akabinde olacak gelişmelerin adeta
sinyali oldu.
O oyundan sonra üçüncü set o kadar heyecanlı bir hale büründü ki, 1-0’dan
4-3’e kadar her oyun deuce’a uzadı ve iki oyuncunun eline de bir
düzine oyun veya servis kırma puanları geçti. Bulabilirseniz
mutlaka seyredin derim ama ben direkt olarak heyecanın doruğa
vardığı ve Stephens’in 4-5, 30-30 puanından itibaren uzay
tenisine geçiş yaptığı ana ilerliyorum.
Hatırlatayım,
Stephens 4-3 öndeyken 4-5 geriye düşmüştü ve o an Venus kontrolü
tekrar ele alıp maçı bitirmeye gidiyordu. O 30-30 puanında, uzun
bir ralli oldu ve sonunda Venus derin bir slice ile fileye gelirken
Stephens “no man’s land” adlandırılan geri çizgisi ile
servis çizgisi arasındaki tehlikeli bölgede yakalandı. Venus’ün
topu köşeye gitti ve Sloane’i geri itti. Genç Amerikalı raket,
bacaklarını arkaya doğru açıp backhand köşesinden filedeki
Venus’ü inanılmaz bir paralel passing shot ile geçti.
Tekrarlayayım, top onu geçmişti ve kollarını uzatıp bilek gücü
ile topu çeviren Sloane, bayağı da hızlı bir vuruş çıkardı.
Genelde kontrollü vücut dili olan oyuncunun puan sonrası
sevinişinden ne kadar harika bir vuruş yaptığı inandığı
belliydi.
Ondan sonra
Stephens’ı tutmak imkansızdı. Bir sonraki puanı ace atarak alıp
5-5 eşitliği sağlayan Sloane, Venus’ün servis oyununun ilk
puanında bir inanılmazı daha başardı. Tecrübeli rakibinin yine
fileye gelip uzağına bıraktığı bir voleye müthiş bir depar
ile yetişti ve tam hız koşarken ince bir lob atmayı başararak
topu tam arka çizgiye oturttu. Bu topun peşinden geriye koşan
Venus tüm gücüyle geri koşmasına rağmen topu yakalayamadı. O
anda sanki Venus’ün yorgunluktan değil ama çaresizlikten
enerjisi tükendi sanki.
Aynı oyunda Venus’ün iyi bir drop
shot’unu yine bacak hızını kullanıp öne koşarak yakalayan
Sloane, topu daha da güzel bir biçimde kısa çapraz drop shot ile
Venus’ün uzağına koyuverdi. Hızını kesmeyen Stephens sadece
maç puanını kazanıp ellerini havaya kaldırdığı anda uzaydan
tekrar yeryüzüne dönüp Venus’ün filede elini sıktı.
Maçın hayati
noktaları geldiğinde, herkes hiç Majör finali oynamamış olan 24
yaşındaki Stephens’tan ziyade, 37 yaşında bu sene Avustralya
Açık ve Wimbledon'da olağanüstü şekilde final oynamasını
bilen tecrübeli şampiyondan bir basamak yukarı çıkmasını
beklerken, Stephens herkesi şaşırtıp, elit tenisçiliğe doğru
kocaman bir adım atmasını bildi.
Cumartesi günü
işte bu iki şampiyonu izleyeceğiz. Kariyerlerinin ilk slam finalleri olmasına
rağmen sonuna kadar hak ettikleri bir sahneye çıkacaklar.
Oynayacakları finalin zevkini biz seyredenler çıkarırken, bir
yandan bu oyuncuların 2017 başından beri yaşadıklarını
aklımızın bir köşesinde tutarsak, skor ne olursa olsun, artık
onların da şampiyonluk ruhlarını daha iyi kavrayabiliriz. Zira
sadece bu turnuvadaki oyunları ile bu yolun sonuna gelmediler. İlk
önce sene başında bulundukları karanlık bölgeden çıkıp bu
yolu ilk önce bulmak için harcadıkları efor başlı başına
takdir edilmesi gereken bir unsur.