Andy Murray, iki gün önce Marin Cilic’i kolay demeyelim ama pek de çekişmeli olmayan bir mücadeleyle geçip basın toplantısına çıktı. Sorular maçtan ziyade, sanki  Londra’da başka tenisçiler yokmuş gibi buradaki en büyük ve yegane rakibi kabul edilen Novak Djokovic ile ilintiliydi. Murray 11 yaşından beri Djokovic ile tenis kortlarından arkadaş. Bir gazeteci kendisine soruyor: “Bir araya geldiğinizde ne konuşursunuz?” 

 

Yanıt: “Biz birbirimizi o kadar uzun süredir tanıyoruz ki artık karşılıklı tebrikler rutin oldu! Üstelik şimdilerde neredeyse her 10 günde bir beraberiz. Tenis hakkındaki konuşmalarımız başarı kutlaması haricinde neredeyse hiçtir. Sohbetimiz genellikle ailelerimiz sonra da çevremizde, dünyada cereyan eden olaylar hakkındadır”. 

 

Bunu neden yazdığımı soracak olursanız, gittiğim birçok yerde bana yöneltilen sorular arasında en çok ortaya çıkan “bu profesyonel yıldızlar acaba bir araya geldiklerinde ne konuşuyorlar?” oluyor. Bunların arasında birbirleriyle arkadaş olan da var, münasebetleri son derece diplomatik ya da mesafeli olanlar da. Ancak bir arada bulunduğum ya da uzaktan gözlemlediğim kadarıyla aralarında dostluk olanların sohbetlerinde elbette birbirleriyle dalga geçmek en kapsamlı bölümü oluşturuyor. 

 

Oyuncuların hakemlerle olan münasebetleri mümkün olduğu kadar resmi. Dedikodu çıkmasın diye ne oyuncular ne de hakemler bir arada fazla görünmemeye dikkat ederler. Ne kadar genç ve dost olsalar da oyuncular birbirlerinin rakibidir. Hakemlerle aralarında en ufak dostane ilişkiyi bile kötüye kullanacak olanların olması doğaldır.


Turnuva görevlileriyle olan ilişkileri ise kendilerine samimiyet ve dürüstlükle davranıldığına emin olana kadar nezaket içerisinde olmakla birlikte çok katı ve şüphecidir. Ondan sonra sizi dünyanın öbür ucundan bile arayıp nasıl olduğunuzu soracak kadar dostanedir. Ankara Garı’nda ve İstanbul’da o lanet olasılar tarafından bombalar patlatıldığında arayanlar, e-posta atanlar kişiyi insan olduğuna şükredecek nitelik ve nicelikteydi. Emin olun salt benimle ilgili değildi endişeleri… Toplumumuzun sağlığını merak ediyorlardı.

 

THIEMDEN MONFILS’E ÇELME

Dün Londra’daki ilk maçta genç Avusturyalı yıldız Dominic Thiem, belki de tenis dünyasının en sempatik raketi olan 30luk Fransız Gael Monfils’i ilk sette yarım saatte 6-3’lük skorla geçince yine kısa bir maç izleyeceğiz dedik. Ortalama %88’lik bir ilk servis yüzdesiyle oynayan Avusturyalı karşısında rakibi neredeyse hiçbir varlığı yoktu. İkinci set başladığında Fransıza adeta sihirli deynek dokunmuştu. Thiem ise “erken öten horoz” misali fazla güveniyor ve ilk maçtaki gibi puanları hemen alıp gitmek istiyordu. Monfils ona bir kez daha sabrın önemini gösterdi ve 25 dakikada 6-2’lik skorla setleri eşitledi. 

 

Üçüncü sette (ve bilhassa 3-3 iken yedinci oyunda) şimdiye kadar Londra’da sahaya çıkan en güzel tenis vardı. Bir yanda civanlığın delikanlılığın enerjik yapısı ve acı gücü, diğer yanda ise fevkalade zarif bir yetenek güzel puanlar izletti. Set 4-4 oldu. Thiem 5-4 öne geçti. Baskıya dayanamaz diye bilinen Monfils kendi servisini iki çift hata ile verince galibiyet 6-4 ile Avusturyalının oldu. Gerçi sakatlığı yüzünden Fransızın uzun süre nadasta kalması bir özür olabilirdi ama bu yengide Thiem’in üstünlüğü de inkar edilemez.


Hoş kalın.