Sağolsun TED Kulübü Başkanı Mehmet Tınaz’ın ricasıyla yıllar sonra bir anlamda da doğumunu yaptırıp büyüttüğüm ve akabinde gençlere teslim etmiş olduğum İstanbul Challenger için yazı yazmak insanı güzel bir duyguyla dolduruyor. Hoş bulduk diyorum kendime…Turnuvaya, siz okuyuculara ve izleyicilere.
Bu turnuva Ülkemizin en eski ve en sürekli olan uluslararası spor etkinliğidir. İstanbul Enternasyonal Tenis Turnuvası adıyla başlamış. 11 Eylül 2017 günü ise 69.su başlamış olacak. 81 yıllık bir çınardır TED. Fevkalâde rakamlar bunlar. Aradaki ufacık fark/mola ise taşınma ve inşaat zorunluluğundan. Var mı bildiğiniz böyle bir başka spor kurumu ülkemizde?

Keşke adı “TED Open” olarak kalsaydı. Ya da “TED Open – İstanbul Challenger” olarak. Çok daha özgün ve albenili. Üstelik üzerinden bunca yıl geçmiş olmasına rağmen uluslararası tenis camiasında adı hâlâ öyle anılıyor ve anımsanıyor. Zamanında Şehr-emini ilişkileri düşlenerek bu değişikliğe gidilmişti. 

Türkiye’nin “TED Open – İstanbul Challenger” gibi kendi alanında dünya birinciliğine* seçilmiş ikinci bir etkinliğimiz olduğunu da hiç ama hiç sanmıyorum. 
Balık hafızalı olmaya başladık. Toplumsal değerlerimiz körelirken yanı sıra kişisel seçkilerimiz de yozlaşıyor. Nerelerden nereye geldiğimiz ve değerlerimiz süratle aklımızdan yitip gidiyor. Aklımız fikrimiz yıldızlarda, sansasyonlarda, skandallarda ve magazinde. Hoyratlık ve banallik sporda bile had safhada. Sporculuk, olimpizm, atletizm, estetik gibi kavramlar çok kıymetli birer gerçektir. Ama onlar önceliklerini yitirmek üzere. Baksanıza gösteri yapmak üzere tonla para verilerek getirtilen (organizatörlere göre davet edilen!) raketlerin biri kokainden öbürü de dopingden suçlu bulunarak ceza görmüş kişiler. Bu ülkenin parası bunlara bu denli kolay harcanmamalı. Eloğlunun turnuvalarında eleme turuna bile “wild-card” vermediklerine bu ülke kimin izleyeceği şüpheli bir gösteri maçı için tonla para saçmamalı. Tenisimizin en büyük karadeliği olan hoca eksikliği, bu yararı çok şüpheli teniscilere ödenen “davet” paralarıyla karşılanabilecekken hangi uyanık pazarlamacıya kurban gidiliyor bilmek herkesin hakkıdır. Üstelik kimin parası kime harcanıyor? 

Evet eleştirebilirsiniz niye daha iyi tanıtıl(a)mıyor, ya da büyütülemiyor diye. O zaman oturup tartışabiliriz. Olanaklar elverdiğince hangi şartlarda nasıl ve neden diye? Ama tartışılabilecek bu konu Challenger serisi turnuvaların güzel tenisi ve onun en çekişmeli maçlarını önünüze getirdiği gerçeğini örtemez. Zira bu turnuvalar profesyonel tenise doğru atılan en gerçek adımlardır. Bunlardan geçmeden zirvelere yol almanın olanağı yoktur (Tabî Federer değilseniz!). Bu nedenle de oyuncular canlarını dişlerine takarlar. “Moralim bozuldu… Konsantre olamadım… Ayağım çekti bıraktım” diyene ben bu işteki 45 yıllık yaşamımda şahit olmadım desem gerçeklerden pek uzaklaşmış sayılmam.  
 
Hiç unutmuyorum bir Fransa Açık esnasında Bahrami ve Nastase ile maç izlerken bu iki hınzır-ihtiyardan biri “Yahu yan kortlardaki maçlar daha zevkli” yorumunu yaparken öbürü yan gözle beni süzerek bir olta daha attı: “Aynı challengerler gibi!” Hiç üstüme alınmadım. İkisi de daha haklı olamazdı. Büyük turnuvalarda ana-kortlarda (ya da ABD’lilerin tabiriyle şov-kortlarında) beni çekmeyen bir maç olduğu vakit çoğunlukla yan kortları izlerim. Minyatür tribünlerin arasına serpiştirilmiş bu sempatik kortlardaki çekişmeye (tiksindirici bir tabirle “arena**” diye adlandırılan) devasa kortlarda nadiren rastlarsınız. Oradaki maçlar beni doğrudan “TED Open-İstanbul Challenger” maçlarına doğru yola çıkarıyor. Her birini en ince detayına kadar hafızamda tutmaya çalıştığım anılarımla baş başa kalıyorum…Yüzümü inceden bir tebessüm kaplıyor. Başarıya inandırılmış Türk İnsanının nasıl bitmeyen bir enerji ve içtenlikle çalışabildiğini kanıtlayan nice mesai arkadaşımı anımsıyorum…Yüreğim ısınıyor adeta. Onlara teşekkürlerimi tekrarlamayı arzu ediyorum. Dile kolay… Yarım asra yakın.

Federasyon olarak güneydeki otelleri doldurmaya çalışmak beyhude. TTF Tüzüğünde “beceriksiz tesislere katkı yapılır” diye bir madde yok. Üstelik başta “futures” olmak üzere bu tür turnuvalar para kazanan tesisler hariç kimsenin umurunda bile değil. Bırakın izleyiciler, oyuncuların bile umurunda değiller! Onun yerine ülkemize Challenger serisi turnuvalar yerleştirmek gerek… Faydası tartışma konusu turnuvalarla ve dopingcilerin gösterileriyle takvim doldurulacağına gelecek vaat eden tenisçilerimizin doğru dürüst puan(lar) alabilecekleri başlıca yöntem olan “Challenger”lara olanak ve destek vererek. Zira bunlardan puan toplayamayan tenisçilerin zirveleri ancak düşlerinde görebileceklerini bu işin abecesindekiler bile biliyor. 

Üstelik batı dünyasındaki ekonomik zorluklar Challenger takviminde epey boşluklar yarattı. Bu nedenle tarih konusunda da zorlanılmayacaktır.
Evet, “TED Open” Challenger serisi turnuvaların incisidir. Üstelik bu bizim incimizdir. Türk İnsanlarının elbirliği ile 44 ülke arasından zirveye oturttuğu bir siyah-incidir***. Bu pek nadir rastlanan bu inciyi korumak görevimizdir. Nasıl mı? Birer hemşehri olarak, en başta gidip izleyerek. Hiç olmazsa final günü tribünleri doldurarak. Üstelik hâlâ ve ısrarla bir inci olarak dokusunu sürdüren İstanbulumuzun en güzel mevsiminde… Sonbaharında… Artık tatilde de değilsiniz… Okullar açılıyor, kente döndünüz… Hem salt gözünüzü gönlünüzü değil, karnınızı da doyurabilirsiniz!
Hiç bir şeyi kestirip atmasını sevmediğim gibi ümidimi de epey zorlarım. İnsanoğlunun unutmak üzere olduğu değerlerin bir gün yeniden benimseneceğine inanıyorum. Yeter ki onları onlara anımsatalım. Doğru her zaman tektir, ikincisi olmaz!
 
İyi izlenceler. Hoş buldum. Umarım hoş kalırsınız.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------
* 2003 yılındaki “TED Open” 44 ülkede yapılan 136 Challenger Serisi Turnuva arasında profesyonel oyuncular ve ATP yöneticileri tarafından birinciliğe seçilmişti. 2004 yılında toplanılan oylarla bu başarı tekrarlanacaktı ki ATP iki yıl üst üste seçmeme kararı alınca ikincilik ile yetinilmişti!
*Arenalar Roma İmparatorluğu tarafından Hristiyanların zulum(işkence) edildikleri hatta yırtıcı hayvanlara parçalatıldıkları, gladyatör namı altında vahşete eğitimli bir takım insanların birbirlerini öldürmeye zorlandıkları gösteri merkezleriydi. Üstelik bu yapılanın adı da hesapta spordu! 
**İnci denizlerin bizlere sunduğu yegane kıymetli taştır. İncinin siyahı ise çok nadir bulunmasından dolayı en kıymetlisidir.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Asla neden ben demeyin....
Wimbledon’un ilk siyahi Şampiyonu Arthur Ashe kan naklinden kaptığı AIDS’den ölüm döşeğindeydi..
Hayranlarından biri sordu.. “Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?”
Arthur Ashe cevap verdi..
“Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar, beş milyonu tenis oynamayı öğrenir, 500 bini profesyonel tenisçi olur, 50 bini yarışmalara girer, beş bini büyük turnuvalara erişir, 50’si Wimbledon’a kadar gelir, dördü yarı finale, ikisi finale kalır. 
Elimde şampiyonluk kupasını tuttuğum zaman Tanrı’ya ‘Neden ben?’ diye hiç sormadım. 
Şimdi sancı çekerken, Tanrı’ya nasıl ‘Neden ben?’ derim?.
Dipnot: Bu yazı Tenis Eskrim Dağcılık (TED) Kulübü tarafından yayınlanan “İstanbul Challenger” dergisi için yazılmıştır.